☝📖İbrahimi ﷺ Muhammedi ﷺ Hanif İslam📖☝﷽𐰃𐰠𐰯☝📖المحمدية☝Muhammediyye📖☝𐰃𐰠𐰯༺الله أكبر ༻

☝المحمدية☝الاامام سيد محمد هاشمي الموسوي 📖 علي الكتاب و السنة☝

Online Arapça Dersleri Video İzle,Arapça Sarf,Arapça Nahiv Video,Arapça Dilbilgisi Video,Online Arapça dilbilgisi Dersleri,islami ilimler,Kuran tefsiri video izle,islami dini sohbet izle,İslami sorular cevaplar,Muhammediyiz-Arapça Dersleri Temel İslami İlimler-Arapça Dersleri,Online Arapça Dersleri Video,İslami ilimler Video Dersleri,

Hz. Musa (aleyhisselâm) hayatı özet oku

peygamberler tarihi oku,peygamberlerin hayatı oku,ehli beyt büyükleri 12 imam hayatı oku,ashabı kiram hayatı oku,islam alimleri hayatı oku,evliyaların hayatı oku

☝https://www.muhammediyye.org/
📖-المحمية علي الكتاب و السنة الصحيحة-📖
         Öğrencilerimize önemli hatırlatma;
Arapça derslerimiz ve diğer İslami ilimlerle ilgili videolarımız ve diğer eserlerimiz başta hayat rehberimiz olan Kur'anı Kerimin ve diğer temel islami kaynakların anlaşılmasına yardımcı olmak amacıyla hazırlanmıştır.Eserlerimizden istifade edip katkıda bulunan bütün takipçilerimizden,sitemize sponsor olarak, yada
arapça ve diğer setlerimizi sipariş eden,bize dua eden,yorum yaparak yada sosyal medyada tavsiye ederek desteklerini esirgemeyen bütün kardeşlerimizden Allah razı olsun.Selam ve dua ile. 

S.Muhammed Kayaalp El-Haşimi Ks
الامام سيد محمد الهاشمي
Destek olmak isteyen kardeşlerimiz iletişim formundan bize yazınız Allah razı olsun.

Hz. Musa (aleyhisselâm) - 1. Bölüm

Yakup (aleyhisselâm) ailesiyle birlikte Mısır’a gidince orada ikamet etmeye karar verdi. Hz. Yakup’un bir diğer ismi İsrail’di. Yani Allah’ın kulu. Bu yüzden çocuklarına İsrailoğulları deniliyordu. Son demleri gelip ölüm döşeğine yattığında çocuklarını çağırdı ve sordu:

- Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?

Dünyaya veda ediyordu. Ruhu biraz sonra melekler gibi kanatlanıp Allah’a kavuşacaktı. Belki bir cümle söyleyecek kadar süresi kalmıştı ve Hz. Yakup bu süreyi çocuklarına kendisinden sonra kime ibadet edeceklerini sorarak değerlendirmişti. Bir peygamber bu ideal için yaşar ve bu idealle Rabbine kavuşur. Çocukları cevap verdiler:

- Senin Rabbine. O Rab ki, senin ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın da Rabbidir. O birdir, tektir ve biz bütün benliğimizle O’na teslimiz.

Yakup (aleyhisselâm) gönül huzuru içinde ruhunu teslim etti. Vasiyeti Filistin topraklarında defnedilmekti. Evlâtları onu Filistine götürüp defnettikten sonra tekrar Mısır’a dönerek Hz. Yusuf’un gölgesinde yaşamayı seçtiler. Mısır’ın bolluk ve bereketi onlara cazip gelmişti. Evlendiler, çoluk çocuk sahibi oldular ve sayıları gün geçtikçe çoğaldı.

Seneler seneleri kovalayıp durdu...

Babalar, çocuklar, torunlar, torunların torunları... Nüfusları oldukça artmıştı. Hz. Yakup’un öğretilerini unutmuşlardı. Allah’a ibadet edenlerin sayısı da yok denecek kadar azalmıştı. Bunun üzerine Allah onların başına zalim bir hükümdar olan Firavun’u musallat etti. Firavun onlara ne büyük acılar yaşattı... Aslında Allah, işledikleri günahlardan ötürü bir yandan onları cezalandırıyor, diğer yandan da imtihan ediyordu.

Mısır’a yaptığı büyük hizmetlerden dolayı Yusuf’u (aleyhisselâm) takdir eden iyi kalpli kral gitmiş, yerine Hz. Yusuf’u da, iyiliklerini de tanımayan zorba bir Firavun gelmişti. Irkçı bir insandı. Kendi ailesini lüks içinde yaşatırken, İsrailoğullarını köle gibi kullanıyordu. En ağır işleri onlara yaptırıyor, karşı çıkanları öldürüyordu. İlâh olduğunu iddia ediyordu. İsrailoğulları da özlerini unutmuşlardı. Hz. Yakup’a (aleyhisselâm) verdikleri sözü tutmamışlardı. Birçoğu Mısırlıların taptıkları ilâhlara tapıyorlardı. Kölelik ruhu kanlarına işlemişti. Birbirlerine ihanet ediyorlardı. Para, altın ve şahsi menfaatleri için işlemeyecekleri kötülük yoktu.

Bir gün... Kâhinler Firavun’un huzuruna çok önemli bir kehaneti bildirmek için çıktılar. Ülkenin ve Firavun’un geleceğiyle ilgili korkunç bir kehanet… Firavun, kâhinlerin ağzından dökülen sözcükleri duyunca irkilmişti. Kan beynine sıçramıştı. Öfkeden çıldıracak hâle gelmişti. Kâhinlerin dediğine göre İsrailoğulları arasında doğacak bir çocuk, gelecekte onun saltanatını yerle bir edecekti.

Firavun bir çare düşündü. Gerçekten de gün geçtikçe İsrailoğullarının sayısı artıyordu. Gerçi yöneticiler ve gücü elinde bulunduran insanlar, onları köle olarak kullanıyorlardı, fakat hiçbirisinin aklına, bir gün aralarından çıkacak bir gencin hükümdarlıklarına son verecebileceği gelmemişti. Firavun hiddetle ayağa kalktı ve tüyler ürperten şu emri verdi:

- İsrailoğulları arasında yeni doğan her bebeği öldürün...

Hamile analar için korkulu günler başlamıştı. Bir erkek çocuk doğurmak herkesin en güzel rüyası iken şimdi en büyük kâbusu olmuştu. Askerler, doğan bebeklere hemen el koyuyor ve annelerinin gözleri önünde öldürüyorlardı. Sokaklar acımasızca öldürülen bebek iniltileriyle, evler anaların çığlıklarıyla sarsılıyordu. Kalın bir matem ve korku havası vardı İsrailoğullarının yaşadığı mahallelerde.

Aynı günlerde, İsrailoğullarının mü’min bir ailesinde bir bebek dünyaya geldi. Gelecekte Firavun’un saltanatını yerle bir edecek insan. Musa (aleyhisselâm)...

Annesi ne korkularla titremişti bebeğini öldürecekler diye. Kimse görmesin diye onu gizlice emziriyordu. Derken mübarek bir gecede Allah annenin kalbine şöyle ilham etti:

- Bebeğinin hayatı için endişelendiğin vakit onu denize bırak, korkma, üzülme... Biz onu tekrar sana geri getireceğiz, üstelik onu peygamberlikle şereflendireceğiz.

İlham biter bitmez annenin korkuları dindi. Merhamet yüklü sese itaat etti. Çevresindekilerden Musa (aleyhisselâm) için ufak bir sandık yapmalarını istedi. Onu son bir defa emzirdikten sonra sandığa koydu. Nil Nehri’nin kıyısına gitti ve yavrusunu sakin bir şekilde akan sulara bıraktı.

Ana yüreği -ki o yeryüzünün en şefkatli yüreğidir- yavrusunu nehir sularına bırakırken hüzünle doluyordu. Fakat biliyordu ki Allah’ın merhameti kalbindeki merhametten çok daha geniştir. Elbette Allah, Hz. Musa’yı annesinin sevdiğinden daha çok sever. Nihayet yavrusunu Nil Nehri’ne bırakmasını emreden yine Allah’tı. Hem Hz. Musa’nın hem de Nil’in Rabbi Allah.

Sandık, nehrin sularıyla buluşur buluşmaz Allah dalgalara sakin ve şefkatli olmalarını emretti. Çünkü üzerinde taşıdığı bu bebek ileride büyük bir peygamber olacaktı. Sonsuz kudret sahibi Yüce Allah daha önce ateşe, Hz. İbrahim’i yakmamasını, aksine onu serinletmesini emretmişti. Şimdi ise benzer bir emri Nil Nehri’ne veriyordu. Musa’yı (aleyhisselâm) sükûnetle, rahatsız etmeden taşıyacak ve onu Firavun’un sarayına götürecekti.

Ve Nil, ilâhi emre aynen uydu. Sular o aziz sandığı, içindeki mübarek bebekle birlikte Firavun’un sarayına kadar götürdüler.

Hz. Musa (aleyhisselâm) - 2. Bölüm

Sabah olmuştu.

O gün güneş her zamanki gibi ışıklarını Firavun’un sarayına göndermişti. Firavun’un hanımı sabah yürüyüşünü yapmak üzere sarayın bahçesinde geziniyordu. Bugün onu her zamankinden daha fazla uzağa gitmeye iten sebebin ne olduğunu bilmeden Âsiye validemiz yürüdü yürüdü.

Firavun’un karısı kocasından çok farklıydı. Firavun Allah’ı inkâr ediyordu, oysa karısı mü’mindi. Firavun acımasızdı, hâlbuki karısının kalbi merhametle doluydu. Firavun zalimdi, karısı ise yumuşak ve iyi kalpliydi. Fakat yüzünde silinmeyen bir hüznün izleri vardı. O güne kadar çocuğu olmamıştı. Sevgiyle kucaklayıp, şefkatle büyüteceği bir oğlu olmasını ne kadar arzu etmişti...

Yemyeşil bahçenin nehirle buluştuğu yere gelince, Firavun’un karısı birdenbire kendisini bir sandıkla karşı karşıya buldu. Hayretler içinde:

- Ne garip bir sandık bu! İçinde ne var acaba? dedi.

Hizmetçilerine derhal sandığı getirmelerini söyledi. Kapak açıldığında sevimli yüzü pırıl pırıl parlayan Musa’yı (aleyhisselâm) gördü. Böyle ay yüzlü bir bebeği sulara kim bırakmış olabilirdi? Firavun’un zulmünden korkan bir ana yüreği mi acaba? Âsiye validemiz, yüreğinin şefkatle titrediğini hissetti. Musa’yı kendi öz çocuğuymuş gibi sevmişti. Gözyaşlarını tutamayıp ağladı. Sonra mübarek bebeği kucağına aldı; kokladı, öptü... Öperken yüzünü gözyaşlarıyla yıkadı. Birdenbire Musa (aleyhisselâm) uyandı ve ağlamaya başladı. Karnı açtı ve sabah sütünü ona verecek bir anneye ihtiyacı vardı. Durmadan ağlıyordu.

Bu sırada Firavun kahvaltısını yapmak üzere sofraya oturmuş karısının gelmesini bekliyordu. Fakat karısı bir türlü gelmek bilmiyordu. Öfkeyle onu aramaya çıktı. Biraz sonra kendisine doğru gelen karısıyla karşılaştı. Hayret dolu bakışlarla baktı ona. Kucağındaki bebeğe bir taraftan öpücükler yağdırıyor, diğer taraftan ağlıyordu.

Firavun şaşkınlıkla bebeğin nereden geldiğini sordu. Nehrin kıyısına vurmuş bir sandığın içinde bulduklarını söyleyince Firavun:

- İsrailoğullarının yeni doğmuş bebeklerinden birisidir mutlaka. Bu bebeğin ölü olması gerekmiyor muydu? diye çıkıştı.

Karısı, Musa’yı sıkıca bağrına basarak şöyle bağırdı:

- Hayır, bu bebek hem benim hem de senin için göz aydınlığı, mutluluk vesilesi olur belki. Ne olur onu öldürmeyin. Kim bilir belki büyüyünce bize faydası dokunur, hattâ onu evlât bile edinebiliriz.

Firavun, nehir kıyısında bulunan bir bebeği karısının bu şekilde bağrına basması ve sevmesi karşısında şaşkına dönmüştü. Şaşkınlığını bir kat daha arttıran şey karısının sevinçten ağlamasıydı. Oysa daha önce onu sevinçten ağlarken hiç görmemişti. Eşinin bebeğe sanki öz oğluymuş gibi bağlandığını görünce kendi kendine “Herhalde çocuk doğuramıyor olmak onu fazlasıyla etkiledi ve şimdi bu çocuğu istiyor.” diye düşündü.

Nihayet Firavun karısının isteğini kabul etti ve bebeği sarayda büyütmesine izin verdi. Biraz sonra karısının yüzünün sevinçle parladığını gördü. Kendisini daha önce hiç böylesine mutlu görmemişti. Onu sevindirmek için türlü türlü hediyeler, mücevherler, köleler getirmiş, fakat yüzünde tebessümün izine bile rastlamamıştı.

Küçük Musa tekrar ağlamaya başlayınca kraliçe onun aç olduğunu hatırladı. Firavun’a dönerek:

- Bebeğim aç, dedi. Bunun üzerine Firavun etrafındakilere:

- Süt anneleri getirin, diye emir verdi.

Saraydaki süt annelerden birisi bebeği kucağına alıp emzirmek isteyince Musa (aleyhisselâm) emmeyi reddetti. Firavun bağırdı:

- Derhal başka bir süt anne getirin.

İkincisi, üçüncüsü... onuncusu geldi, fakat Musa (aleyhisselâm) hiçbirisinin memesini almak istemiyor, ağlıyordu. Bebeğin ağlamasının kesilmediğini gören kraliçe ümitsizlik içinde ağlamaya başladı. Ne yapacağını bilmiyordu.

Hz. Musa (aleyhisselâm) - 3. Bölüm

Üzgün olan ve sıcak gözyaşları döken Firavun’un karısı değildi sadece. Hz. Musa’nın annesi de üzgündü ve o da gözyaşlarına boğulmuş ağlıyordu. Bebeğini Nil Nehri’ne saldığında kalbini salmıştı sanki. Sandık suların arasında kaybolmuş, ne bir iz, ne bir haber bırakmıştı ardında.

Sabahın ilk ışıkları annenin üzerine doğduğunda yüreğinde büyük bir boşluk vardı. Bütün gece gözüne uyku girmemişti. Gözleri, ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Yavrusuna duyduğu hasretten dolayı neredeyse eriyip gidecekti. Öyle ki, Firavun’un sarayına gidip, sonuç ne olursa olsun, buldukları bebeğin kendi bebeği olduğunu söylemeyi bile düşünmüştü. Fakat Allah annenin yüreğine güç verdi. İçine huzur saldı. Nihayet sakinleşti ve yavrusunun Allah’ın himayesinde olduğunu düşünerek rahatladı. Yine de kızına şöyle demekten kendini alamadı:

- Sessiz bir şekilde Firavun’un sarayına git ve kimseyi şüphelendirmeden Musa’ya olanları öğren. Dikkat et, kimse senden kuşkulanmasın.

Musa’nın (aleyhisselâm) ablası kimseye hissettirmeden saraya gitti ve hikâyeyi başından sonuna kadar öğrendi. Uzaktan Hz. Musa’yı gördü, ağladığını duydu. Onun hiçbir annenin sütünü kabul etmediğini ve bu yüzden çevredekilerin çaresizlik içinde çırpındıklarını gördü. Bütün cesaretini toplayarak kraliçeye yaklaştı ve şöyle dedi:

- Ben, onu emzirip, hizmetlerini görecek bir aile biliyorum, dedi. Firavun’un karısı heyecanla;

- Şayet sütünü kabul edeceği bir süt anne bulabilirsen, sana büyük bir ödül vereceğim, bütün dileklerini yerine getireceğim, diye karşılık verdi.

Hz. Musa’nın ablası eve gitti ve annesiyle birlikte saraya geri döndü. Anne, memesini uzatır uzatmaz Musa hiç itiraz etmeden aldı onu ve sütünü emmeye başladı. Kraliçe sevinçten uçacaktı neredeyse. Hz. Musa’nın annesine:

- Onu beraberinde götür. Emzirme dönemi bitene kadar emzir, sonra da bize getir. Hizmetine karşılık büyük bir mükâfat vereceğim sana.

Allah, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) annesine yavrusunu geri vermişti. Saâdet kuşunu evine göndermiş, kalbini huzurla doldurmuş, hüzün bulutlarını dağıtmıştı. Anne bir kez daha bildi ki Allah’ın verdiği söz doğrudur ve Allah bir şey dileyince her şeye ve herkese rağmen onu gerçekleştirir.

Anne, yavrusunu sütten kestikten sonra, onu tekrar Firavun’un sarayına teslim etti. O günden sonra Hz. Musa (aleyhisselâm) eğitimine sarayda devam edecekti. Orada zamanın en büyük öğretmenleri ve ilim adamları bulunuyordu. Mısır o dönemde yeryüzünün en büyük devleti, Firavun da dünyanın en güçlü kralıydı. Bu yüzden sarayında en seçkin ilim adamlarını, en usta sanatkârları ve en bilgili eğitimcileri bulundurması gayet doğaldı. İlâhi hikmet, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm), zamanın en seviyeli eğitimini almasını, en seçkin bilginlerden ilim tahsil etmesini, üstelik bunların en büyük düşmanı olan Firavun’un sarayında gerçekleşmesini istemişti.

Hz. Musa, Firavun’un sarayında büyüdü. Orada matematik, fizik, kimya, astronomi, biyoloji gibi ilimleri tahsil etti ve birçok yabancı dili öğrendi. Hz. Musa (aleyhisselâm) bütün dersleri ilgiyle dinler, sıra din dersine gelince uyurdu. Bunu özellikle yapardı. Öğretmenin, Firavun’un ilâhlığıyla ilgili boş sözlerini dinlemek istemezdi. Bazen kulak verir fakat anlatılanlarla alay ederdi içten içe. Kendisi Firavun’la aynı sarayda yaşıyor ve onun bir “insan” olduğunu herkesten daha iyi biliyordu. Evet o bir insandı, hem de zalim bir insan.

Hz. Musa (aleyhisselâm), kendisinin Firavun’un oğlu olmadığını da biliyordu. O İsrailoğullarındandı. Firavun ise Kıpti’ydi. Kıptilerin İsrailoğullarına nasıl acı ve işkence çektirdiklerinin de farkındaydı.

Bir gün...

Saraydan çıkmış, tek başına şehrin sokaklarında yürüyordu. Tenha bir yerde bir Kıpti’nin İsrailoğullarından birini hırpalayıp dövdüğünü gördü. Dayak yiyen adam inliyor yoldan geçenlerden yardım dileniyordu. Hz. Musa (aleyhisselâm) derhal araya girererek kavgayı bitirmek istedi. Kıpti cüsseli bir adamdı. Diğer adam ise cılız bir şeydi. Hz. Musa, Kıpti’yi yakasından tutup bir kenara itince adam yere yığılıp oracıkta can verdi.

Hz. Musa (aleyhisselâm) güçlü kuvvetli bir delikanlıydı. Bir vuruşu adamı öldürmeye yetmişti. Aslında o öldürmek istememişti. Hz. Musa yerde yatan cansız cesedi görünce donakaldı. Kendi kendine:

- Şüphe yok, bu işin arkasında şeytan var. O, insanı göz göre göre yanlışa düşüren apaçık bir düşmandır...

Musa (aleyhisselâm) ellerini açarak şöyle dua etti;

- Ey sonsuz merhamet sahibi yücelerden yüce Rabbim! Kuşkusuz ben kendime büyük bir kötülük ettim, bağışla beni.

Ve Allah, Hz. Musa’yı bağışladı. Çünkü O, sonsuz merhamet denizinin yegâne sahibi...

Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) kalbini korku ve endişe sarmıştı. Şehrin sokaklarında yürürken panik içinde yürüyordu. Adamın ölümüne Hz. Musa’nın neden olduğunu kimse bilmiyordu. Ertesi gün bu ruh hâleti içinde yürürken, dün yardım ettiği adamın yine birisiyle kavga etmekte olduğunu gördü. Kavga ettiği adam yine bir Kıpti’ydi. Adam Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) görür görmez “imdat” diye bağırmaya başladı. Hz. Musa’dan yardım bekliyordu. Belli ki şirretin tekiydi.

Hz. Musa (aleyhisselâm) kızmıştı. Kıpti’yi bırakıp diğerinin üzerine yürüdü. Ona dersini vermek istiyordu. Adam bir hamlede geri çekilerek şöyle bağırdı;

- Dünkü cinayetin aynısını bugün işleyip beni de mi öldürmek istiyorsun?

Hz. Musa, derhal adamın yakasını bırakıp oradan uzaklaştı. Firavun’un ailesinden olan Kipti, rüzgâr hızıyla saraya koştu ve dün ölü buldukları adamı Hz. Musa’nın öldürdüğünü söyledi. Firavun, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) derhal yakalanarak idam edilmesini emretti. Hz. Musa şehrin dışında kimsenin bilmediği bir yerde saklanıyordu. Firavun ailesinden onu seven mü’min bir adam vardı. Sarayda olup bitenleri kendisine aktarıyordu. Bir gün Hz. Musa’nın gizlendiği yere geldiğinde nefes nefeseydi. Şöyle dedi heyecanla:

- Ey Musa, seni öldürmek için bir komplo kurdular. Derhal Mısır’dan kaç... Nasihatime uyarsan kurtulursun.

Hz. Musa (aleyhisselâm) etrafına bakına bakına gizlice Mısır’dan çıktı. Ayrılırken ağzından dökülen son sözler şunlardı;

- Allahım! Beni zalim insanların şerrinden kurtar.

Hz. Musa, Mısır’dan çok çabuk ayrılmıştı. Firavun’un sarayına gidememiş, elbiselerini değiştirememiş, yanına yiyecek alamamış, kısaca hiçbir yol hazırlığı yapamamıştı. Üstelik ne bir atı vardı, ne de ufukta bir kervan. Yol uzundu, çöl acımasızdı. Firavun’un kurduğu komployu duyar duymaz apar topar çıkıvermişti Mısır’dan. Onun zulmünden çekinmişti.

Uçsuz bucaksız bir çölde tek başına yürüyen bir adam... İsmi Musa. Çölün kızgın kumları ayaklarını yakıyor, güneş üzerine ateş yağdırıyordu. Hz. Musa, Medyen şehrine doğru ilerliyordu. Açtı, susuzdu, fakat güçlüydü, sabırlıydı. Allah’a teslimiyeti tamdı.

Ne kadar zaman geçtiğini Allah bilir. Belki bir ay, belki üç, belki altı... Nihayet, Medyen şehri görünmüştü ufukta.

Hz. Musa, insanların koyunlarını suladıkları bir kuyunun yanı başındaki gölgelikte biraz dinlenmek için oturdu. Yolculuk boyunca ağaç yapraklarından başka yemeği olmamıştı. Susuzluğunu da yolda rastladığı kuyulardan gidermişti. Firavun’un askerlerine yakalanmamak için durmadan yürümüştü. Medyen’e varır varmaz derin bir oh çekmiş ve kendini kocaman bir ağacın altına atmıştı. Burada yol yorgunluğunu atabilir ve kafasını kurcalayan endişelerden kurtulabilirdi.

Açtı, yorgundu. Ayakkabısı kum, taş ve dikenlere dayanamamış erimiş, yırtılmıştı. Ne yeni bir ayakkabı almak ne de yiyecek-içecek temin etmek için parası vardı.

Hz. Musa (aleyhisselâm) koyunlarını sulamak için kuyunun etrafında toplanan çobanları görünce açlık ve susuzluğunu hatırladı. Bir an bile unutmamıştı zaten. Kendi kendine “Yiyecek satın alacak param olmadığına göre karnımı su ile doyurmam gerekir.” diye düşündü. Suya doğru yöneldi. O sırada, koyunlarını diğer sürülerin koyunlarına karıştırmamak için çaba harcayan iki genç kız gördü.

Hz. Musa (aleyhisselâm) ilhama benzer bir hisle o iki genç kızın yardıma muhtaç olduklarını anladı. Susuzluğunu unutarak onlara edeple yaklaştı ve yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sordu. Büyük olanı;

- Diğer çobanların bitirmelerini bekliyoruz, dedi.

Hz. Musa sordu;

- Peki neden siz de kuyuya yaklaşıp koyunlarınızı sulamıyorsunuz?

Küçük olan kız;

- Erkeklerle didişemeyiz biz, diye karşılık verdi.

Hz. Musa erkek olmamalarına rağmen çobanlık yapan bu iki genç kızın hâline şaşırdı. Öyle ya, çobanlık yapabilmek için erkek olmak çok önemliydi. Zira çobanlık, çok meşakkatli ve yorucu bir işti. Küçük olan kız Hz. Musa’nın şaşkınlığını yüzünden okudu ve ona şöyle dedi;

- Bizim babamız var, fakat çok yaşlı. Sağlığı, her gün bizimle beraber çıkmaya müsait değil. Onun için yalnızız biz.

Musa (aleyhisselâm) onlara;

- Bugün bu işi ben üstleneceğim. Koyunlarınızı ben sulayacağım, dedi.

Hz. Musa kuyuya varınca, çobanların kuyunun ağzını dev bir kaya parçasıyla kapadıkları gördü. Kayayı kaldırabilmek için en az on güçlü adam gerekiyordu. Musa (aleyhisselâm) güçlü bir insandı. Bir hamlede kayayı kucakladı ve bir kenara bıraktı. Kuyunun ağzı açılmıştı. Koyunları suladıktan sonra kayayı eski hâline getirdi ve dinlenmek için tekrar ağacın altına çekildi.

Tam o sırada su içmeyi unuttuğunu hatırladı. Üstelik midesi kazınıyordu. Açlık dayanılmaz bir hâl almıştı. Her şeyin gerçek sahibi, kimsesizlerin kimsesi olan Yüce Allah’a yöneldi ve şöyle dua etti;

- Ey Yücelerden Yüce Rabbim! Ben fakir ve kimsesiz düştüm. Bana merhamet elini uzat. Bana yardım et...

İki genç kız yaşlı babalarına döndüklerinde onlara sordu:

- Nasıl oldu da bugün erken döndünüz?

Büyük olan kız;

- Allah bugün bize özel bir lütuf gönderdi. Bir adamla karşılaştık. Bize yardım etti, herkesin önüne geçip koyunlarımızı suladı.

Baba:

- Rabbimize şükürler olsun, dedi.

Küçük olan:

- Babacığım, sanırım adam uzun bir yoldan gelmişti ve açtı. Güçlü bünyesine rağmen yüzü solgun görünüyordu.

Bunun üzerine baba:

- Ona git ve de ki, babam seni çağırıyor. Yaptığın yardıma karşılık sana bir ücret vermek istiyor.

Genç kız Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) bulunduğu yere rüzgâr hızıyla koştu. Kalbi heyecanla çarpıyordu.

Hz. Musa’ya babasının mesajını iletince tebessüm ederek ayağa kalktı. O, herhangi bir ücret beklentisiyle koyunları sulamamıştı ki. Allah rızası için yardım etmişti. Fakat içinden bir ses onu İlâhi İrade’nin yönlendirdiğini söylüyordu. İtiraz etmedi. Ayağa kalktı. Genç kız önde, kendisi arkada yola düştüler.

Ansızın bir rüzgâr esti ve kızın eteğini hafifçe kaldırır gibi oldu. Musa haya ederek derhal yüzünü önüne eğdi ve kıza;

- İzin verirsen ben önde yürüyeyim, sen de bana yolu göster, dedi.

Nihayet yaşlı adamın evine vardılar. İki insan göz göze geldiklerinde Hz. Şuayb’ın (aleyhisselâm) gözleri parladı. Delikanlının bakışlarında gizemli bir ışıltı vardı. Şuayb (aleyhisselâm) sordu:

- Hoş geldin, ismin nedir?

- Musa...

Hz. Şuayb, tebessüm ederek sırlı bir şekilde başını salladı ve:

- Evime şeref verdin, ey Musa.. dedi.

Hz. Şuayb, ona yiyecek sundu, nereden gelip nereye gittiğini sordu. Musa (aleyhisselâm), hikâyesini uzun uzun anlattı. Hz. Şuayb ona;

- Korkma, zalim Firavun ve onun askerlerinden kurtuldun. Bu topraklar Firavun’a ait değil. Hem seni burada bulmaları imkânsız. Gönlünü hoş tut.

Musa (aleyhisselâm) rahatlamıştı. Kendisine ikramda bulunan bu adamı da sevmişti. Konuşmalarında derin bir ilim, davranışlarında farklı bir incelik, yüzünde de Allah’a yürekten inanmışlığın nuru vardı. Hz. Musa müsaade isteyip ayağa kalkmıştı ki kızların küçüğü babasının kulağına eğilerek şunları fısıldadı:

- Babacığım, hani işlerimizi görecek bir adam arıyordun ya, işte kapımıza geldi, Musa’yı işe al. O bulabileceğin en ideal insan. Hem güçlü hem de güvenilir.

Baba sordu:

- Güçlü olduğunu nereden bildin?

- On adamın kaldıramayacağı bir kayayı tek başına kaldırdı.

- Peki güvenilir olduğunu nasıl anladın?

- Gelirken arkamda yürümek istemedi. Beni arkadan görmemek için önümde yürüdü. Üstelik onunla konuştuğum zaman yüzü kızarıyor, gözlerini yerden ayırmadan cevap veriyordu.

Hz. Şuayb, Musa’ya döndü:

- Ey Musa, sana bir teklifim var. Benim yanımda sekiz sene kalır da koyunlarıma çobanlık edersen seni kızlarımdan birisiyle evlendiririm. Sen bu sekizi on seneye tamamlamak istersen bu senin cömertliğinden olur. Fazlasını isteyerek seni daha fazla yormak istemem. Şayet kabul edersen beni de bütün bu süre içerisinde Allah’ın izniyle salih bir insan olarak göreceksin.

Hz. Musa’nın yüzü güldü. Böyle bir teklif Allah’ın ona özel bir ihsanıydı belli ki. Tereddüt etmeden kabul etti ve:

- Peki anlaştık. Allah da bu anlaşmamıza şahittir. Sekiz veya on sene hizmet ettikten sonra ben buradan ayrılmakta özgürüm.

Musa (aleyhisselâm) kızların küçüğüyle evlendi. On sene boyunca Hz. Şuayb’ın sürülerine çobanlık etti. Her sabah tan yeri ağarır ağarmaz koyunları önüne katıp, güneşin doğuşunu, şafağın o büyüleyen kızıllığını seyrederdi. Akşam olup güneş batı ufkunda kaybolunca da eve dönerdi.

Bu on sene Hz. Musa’nın hayatında çok önemli bir devreydi. Musa (aleyhisselâm) bu süreyi Allah’ı, Allah’ın rahmetini, ihsanını, azamet ve cömertliğini düşünerek geçirdi. Çoğu zaman Hz. Şuayb’la oturur ondan ilim ve hikmet dersleri alırdı. Allah, Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) sırlı bir hikmet için Hz. Şuayb’ın yanına göndermişti. Bir peygamber bir başka peygambere muallimlik yapıyordu. Şuayb (aleyhisselâm), Hz. Musa’nın içini nurlarla yıkadı, bilgi ve mârifetle süsledi. Öyle ki Hz. Musa baştan başa iman kesilmişti.

Nihayet ayrılık saati gelip çatmıştı. Musa (aleyhisselâm), karısına:

- Yarın Mısır’a dönüyoruz, dedi.

Gerçek şu ki o da, içinde köpürüp duran, köpürdükçe karşı konulmaz hâle gelen bu Mısır’a dönme arzusunun sırrını çözemiyordu. Bildiği tek şey vardı. Mısır’a gitmeliydi.

On sene önce oradan apar topar çıkmış, canını zor kurtarmıştı. Şimdi neden dönüyordu? Sebep sadece annesine, kardeşlerine ve ailesine duyduğu bir özlem, bir hasret miydi? Yoksa, onu öz annesi gibi sevip yetiştiren Firavun’un karısı Hz. Âsiye’yi mi görmek istiyordu?

Hz. Musa’yı Mısır’a çeken sırrın ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bilinen tek şey onun bir gün Mısır’a dönmeye karar verdiği ve Mısır’ın yolunu tuttuğuydu. İşin gerçeği, ilâhi hikmet, onu son derece önemli ve bir o kadar da tehlikeli bir misyonu yerine getirmek üzere oraya gönderiyordu.

Hz. Musa (aleyhisselâm) - 4. Bölüm

Musa (aleyhisselâm) ailesiyle birlikte yollardaydı. Kıştı, soğuktu. Ve bir gece… Gökyüzünü zifiri bir karanlık sardı. Ay simsiyah bulutların ardında kayboldu. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Sema delinmişcesine yağmur yağıyordu. Koyulaşan karanlık, yolları görünmez kılmıştı. Dondurucu soğuk bir avuç insandan oluşan kafilenin iliklerine kadar işlemişti. Nihayet Hz. Musa yolunu şaşırdı ve uçsuz bucaksız Sina Çölü’nde ailesiyle birlikte kayboldu. Biraz sonra sağnak yağmur yerini müthiş bir kum fırtınasına bıraktı.

Soğuktu, karanlıktı. Hışımla esen rüzgâra karşı yürümek imkânsızdı. Musa (aleyhisselâm) yerden iki taş parçası aldı ve onları birbirine vurarak ateş yakmaya çalıştı. Ateş yakmayı başarabilirse ailesiyle birlikte hem ısınabilecek, hem de yolunu bulabilecekti. Fakat o dehşetli fırtınada ateş yakmak mümkün değildi. Kasvetle esen rüzgâr taş parçalarından çıkan cılız alevleri hemen söndürüyordu.

Hz. Musa ne yapacağını şaşırmıştı. Çocukları ve ailesi gözlerinin önünde soğuktan tir tir titriyorlardı. Başını kaldırıp zifiri karanlıkları ve şiddetli fırtınayı delercesine ufka baktı, baktı. Bir şeyler arıyordu, bir ümit, bir ışık. Bütün çarelerin tükendiği noktada çaresizlerin imdadına koşan Sonsuz Merhamet’in uzatacağı yardım elini arıyordu.

Uzakta, çok uzakta bir ateş gördü.

Sevinçle fırladı yerinden. Ailesine dönerek:

- Orada bir ateş gördüm, diye bağırdı ve derhal ateşin bulunduğu yere gitmeye karar verdi.

Ailesine, kendisi dönünceye kadar yerlerinden ayrılmamalarını söyledi. Oraya vardığında ateş sahiplerinden nerede olduklarını, Mısır yolunun hangi tarafta olduğunu öğrenecek, dönerken de beraberinde onları ısıtmak için biraz ateş getirecekti.

Ailesi, Musa’nın (aleyhisselâm) gösterdiği yöne baktı. Fakat ne ateş gördüler ne de duman. Buna rağmen Hz. Musa’nın isteğine uyarak beklemeye koyuldular. O da ateşe doğru yürümeye başladı.

Hava soğuktu, rüzgâr aman vermiyordu. Musa (aleyhisselâm) vücudunu ısıtmak için adımlarını hızlandırıyor, koşuyordu. Seneler öncesini hatırladı. Mısır'dan ayrılırken yine Sina Çölü’nden geçmişti. O zaman çöl ve sema üzerine ateş yağdırmak için ortak olmuşlardı. Şimdi ise dondurucu soğuk yağdırıyorlardı. Sağ elinde asasını tutuyordu. Vücudu sırılsıklamdı. Uzakta gördüğü ateşe doğru yürüyordu. Yaklaştıkça ışık büyüyordu. Tur Dağı’nın sağ tarafında Tuva Vadisi diye bilinen vadiye varıncaya kadar yürüdü.

Tuhaf bir yerdi. Orada ne soğuk vardı, ne kum fırtınası, ne de yağmur. Üstelik her tarafta esrarengiz bir sessizlik vardı. Musa (aleyhisselâm) ışığın kaynağına vardığında birden bire her tarafta yankılanan bir ses duydu. Bu ses:

- Ateşin olduğu yer ve çevresinde bulunan kimselere feyiz ve bereket verildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir, her türlü kusurdan uzaktır ve sonsuz mükemmellik sadece O’na hastır, diyordu.

Hz. Musa yerinde donakaldı. Bütün vücudu titriyordu. Gizemli ses her tarafta yankılanıyordu. Ateşe tekrar baktığında ise dehşeti büsbütün arttı. Çünkü ateşin ortasında yemyeşil bir ağaç vardı. Ateş alevlenip köpürdükçe ağacın yaprakları yeşilleniyordu. Hâlbuki yanarken kararması ve küle dönüşmesi gerekiyordu. Ancak bu ağacın durumu farklıydı. Yandıkça yeşilliğine yeşillik geliyordu.

Musa (aleyhisselâm) ısıya ve vücudundan sicim sicim boşalan tere rağmen titriyordu. Ağaç dağın batı tarafına düşüyordu. Vadi ise Tuva Vadisi. Ortalığı muhteşem bir ışık dalgası sarmıştı. Musa (aleyhisselâm) dayanamadı. Korku ve hayretler içinde elleriyle yüzünü kapadı. Işığın şiddeti gözlerini kamaştırıyordu. Kendi kendine;

- Her tarafı saran bu ışık tayfı nur mu, ateş mi? diye sordu.

Birdenbire yer, korku ve dehşetle sarsılmaya başladı. Çünkü konuşan bütün âlemleri yaratan Allah’tı:

- Ey Musa!

Musa (aleyhisselâm) başını kaldırdı ve ancak şunu diyebildi:

- Efendim!

- Ben Senin Rabbinim!

Hz. Musa titreyerek:

- İnandım Rabbimsin...

- Ayakkabını çıkar, çünkü sen mukaddes vadi Tuva’dasın.

Musa (aleyhisselâm) saygıyla eğildi, titreyen parmaklarıyla ayakkabısını çıkardı. Allah ona şöyle dedi:

- Seni peygamberliğe seçtim. Öyleyse sana inecek vahyi iyi dinle. Ben Allah’ım. Ben’den başka ilâh yok. O hâlde yalnız bana ibadet et. Beni anmak için namaz kıl. Kıyamet saati elbet gelecek, fakat Ben onu gizledim. Size geleceğini söylüyorum ki her insan burada yapıp ettiği her şeyin hesabını orada vereceğini bilsin, ayağını denk alsın. Buna inanmayanlar, nefsin arzu ve ihtiraslarının peşine düşenler, sakın seni Allah yoluna çağırmaktan alıkoymasın, sonra sen de helâk olursun.

İlâhi vahyi dinlerken, Hz. Musa’nın bütün vücudu sarsılıyordu. Sonsuz merhamet sahibi Yüce Allah sordu:

- Sağ elinde tuttuğun şey nedir ey Musa!

Musa’nın (aleyhisselâm) sesi kısılmıştı. Onunla konuşan Allah’tı ve elinde tuttuğu şeyin bir asa olduğunu kendisinden daha iyi biliyordu. Çünkü O her şeyi bilen sonsuz ilim sahibiydi. Öyleyse niçin soruyordu? Kuşkusuz bunun altında yatan büyük bir hikmet olmalıydı. Musa (aleyhisselâm) titrek bir sesle şöyle cevap verdi:

- O benim asam. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak çırparım, ayrıca onunla daha birçok ihtiyacımı gideririm.

- Bırak onu ey Musa!

Asayı elinden bıraktığında hayret ve dehşet içinde kaldı. Çünkü asa birdenbire hızla kıvrılıp sürünen dev bir yılana dönüşmüştü. Hz. Musa’nın kalbi ve bedeni titriyordu. Dayanamadı, arkasını dönüp gerisin geri koşmaya başladı. Bir iki adım atmadan Allah ona şöyle seslendi:

- Ey Musa! Korkma. Peygamberler korkmaz. Yaklaş ve sakin ol. Benim huzurumdayken güvendesin.

Musa (aleyhisselâm) durdu ve yüzünü dönüp arkasına baktı. Asa hâlâ hareket ediyordu. Yılan hâlâ oynuyordu. Allah Musa’ya dedi ki:

- Tut onu! Korkma, Biz onu eski hâline çevireceğiz.

Hz. Musa kıvrılıp duran yılanı tutmak için elini uzattığında parmakları titriyordu. Ona dokunur dokunmaz yılan tekrar asaya dönüştü. Allah ona şöyle emretti:

- Bir de elini koynuna sok. Bir başka mûcize göreceksin. Çıkardığında onu pürüzsüz, göz alıcı, ışıl ışıl parlarken bulacaksın. Kendini yılandan korumak için kanat gibi açtığın kollarını göğsüne tut, korkun gider.

Musa (aleyhisselâm) elini koynuna soktu. Çıkardığında ise karanlığın ortasında parlayan dolunay gibi pırıl pırıldı. Gördükleri karşısında heyecanı artmış, kalp atışları hızlanmıştı. Allah’ın emrettiği gibi yaptı. Elini kalbinin üzerine koyar koymaz, bütün korkusu gitti ve içine huzur geldi.

Musa (aleyhisselâm) sakinleşip kendine gelince Allah ona Firavun’a giderek onu Allah’a iman etmeye çağırmasını emretti. Fakat bu işi yaparken sertleşmeyecek, yumuşak davranacaktı. Ayrıca İsrailoğullarını Mısır’dan çıkaracaktı. Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu ispatlamak için de Firavun’a bu iki mûcizeyi gösterecekti.

Hz. Musa, Firavun’un adını duyunca biraz durakladı. Akrabalarından birisini öldürmüştü. İdam etmek için kendisini arıyorlardı. Omuzlarına yüklenen misyon oldukça ağır bir misyondu. Hz. Musa, kendisine yardımcı olarak kardeşi Hz. Harun’u görevlendirmesi için Rabbisine yalvardı. Allah da Hz. Musa’nın isteğini kabul edip, her zaman onlarla birlikte olduğunu ve onları görüp işittiğini söyledi. O sırada Mısır'da bulunan kardeşi Hz. Harun’a (aleyhisselâm) da vahiy geldi ve o da peygamberlik rütbesiyle şereflendi. Kolay değil, zamanın en büyük imparatoruyla yüzleşmeye gidiyorlardı. Allah onların yüreklerine sekine indirdi. Firavun, onca zorbalığına ve zulmüne rağmen onlara zarar veremeyecekti. Çünkü mutlak üstünlük her zaman Allah’ındı.

Musa (aleyhisselâm) söylenenleri dikkatle dinledi. Sonra ellerini açarak bütün benliğiyle dua etmeye başladı:

- Allah’ım, kalbime genişlik ver, bu ağır görevde işlerimi kolaylaştır, insanları Senin yoluna çağırabilmem için bana güç ve kuvvet ver!

Hz. Musa, peygamberlik görevini aldıktan sonra, ailesinin yanına döndü. Artık o bir peygamberdi. Ataları, Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. İsmail, Hz. Yakup ve diğer peygamberlerden oluşan nur kafilesinin bir ferdi…

Hz. Musa (aleyhisselâm) - 5. Bölüm


Aradan yıllar geçmiş fakat hiçbir şey değişmemişti. Nasıl değişsindi, kemikleşmiş yanlışlara neşter vuracak bir insan yoktu. Hz. Musa'nın döndüğünü duyan İsrailoğulları onu bir kurtarıcı gibi karşıladılar. Hz. Musa onlar gibi değildi. Onlar Âhiret’ten çok dünyayı severlerdi. Mısır’daki sayıları, yaklaşık altı yüz bini bulmasına rağmen maruz kaldıkları zulümler karşısında kıllarını bile kıpırdatmamışlardı. Zilletle yaşamayı izzetle ölmeye tercih etmişlerdi. Hz. Musa ise Allah'ın izzetli bir peygamberiydi. Cenâb-ı Hak'tan başka kimseye kulluk etmezdi. Bütün dünya toplanıp ona saldırsa korkmazdı.


Hz. Musa ve kardeşi Hz. Harun birlikte Firavun’un sarayına gittiler. Allah, onlara Firavun’u hikmetle ve güzel öğütlerle imana çağırmalarını emretmişti. Firavun, Hz. Musa'yı karşısında görünce şaşırdı. Onu derhal öldürtebilirdi, fakat politik hilelerle onu alt edebileceğini düşündü. Firavun sordu:


- Ne istiyorsun ey Musa?


- Biz, Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarına zulmetmekten vaz geç. Onların eski yurdu olan mukaddes topraklara gitmek üzere bizim onları götürmemize izin ver.


- Sen sarayımıza bebekken alıp büyüttüğümüz Musa değil misin?


Firavun minnet ediyordu. Büyük fetanetin sahibi Hz. Musa şöyle cevap verdi:


- Şayet senin zulmün ve İsrailoğullarının yüreklerine saldığın korku olmasaydı ve çocuklarını öldürmeseydin o zaman ben ailemin evinde büyüyecektim. Senin yüzünden yıllarca ailemle aramdaki ilişkiyi gizlemek zorunda kaldım. Senin sarayında yaşamak benim için nimet değil bir azaptı.


Firavun yutkundu. Fakat istifini bozmadı, herkesin huzurunda Musa’yı (aleyhisselâm) küçük düşürmek, itibarını sıfıra indirmek istiyordu. Şöyle dedi:


- Hem sen bir cinayet işleyip kaçtın, unuttun mu?


Hz. Musa’nın başı dik idi. Sesinde herhangi bir titreme yoktu. Dudaklarından dökülen kelimeler gayet net, açık, etkili ve akıl doluydu:


- Ben o zaman küçüktüm. Üstelik masumdum. Zulmün kol gezdiği bu memlekette masumiyetimi ispat etmeme fırsat verilmeden öldürülecektim. Ben de bütün sevdiklerimi terk ederek gurbete çıkmak zorunda kaldım. Sonra Rabbim bana ilim ve hikmetle birlikte peygamberlik verdi. Ben Âlemlerin Rabbinin elçisiyim.


- Âlemlerin Rabbi dediğin kimdir, nedir?


- O, göklerin yerin ve sonsuz fezadaki her şeyin Rabbi’dir. Her şey O’nun varlığına işaret eden parlak bir delil iken nasıl iman etmezsin?


Firavun çevresindekilere bakarak alaylı bir üslûpla:


- Duydunuz mu bu adamın söylediklerini?


Hz. Musa konuşmasına devam ediyordu. Sözcükleri bir bomba etkisi uyarıyordu salonda. Beyan Sultanı şöyle dedi:


- O hem sizin hem de atalarınızın Rabbidir.


Firavun alaylı üslûbuna devam ederek çevresindekilere şöyle dedi:


- Sizin peygamberiniz deli. Düşe düşe size deli bir peygamber düştü.


Musa (aleyhisselâm) ise ciddiyetini bozmadan sözlerine devam ediyordu:


- O, doğunun, batının ve ikisinin arasındaki her yerin, her şeyin ve herkesin Rabbidir. Aklınız varsa anlarsınız.


Firavun, Hz. Musa'ya hakaret ederek onu mağlûp edebileceğini düşünüyordu. Musa’nın (aleyhisselâm) dünyanın en akıllı insanı olduğunu dilinden dökülen inci gibi sözler ispat ediyordu. Firavun bu kez onun fakirliğine taktı:


- İlâhına iman etmem için gelen şu fakir adama bakın. Benden başka birine ibadet etmeye nasıl cesaret edersin ey Musa? Kâinatta benden başka ilâh mı var?


- Evet var... Bütün kâinatı yoktan var eden Allah var. O Âlemlerin Rabbi’dir ve seni O’na iman etmeye çağırıyorum.


Firavun öfkeden çıldıracak gibiydi;


- Benden başka bir ilâha kulluk edersen seni zindanlarda çürütürüm, anlıyor musun?


Hz. Musa tebessüm ederek:


- Ya sana bir mûcize gösterirsem...


- Gerçekten doğru söylüyorsan mûcizeni göster de görelim.


Musa (aleyhisselâm) asasını sarayın bu en büyük salonunda elinden fırlatınca mûcize gerçekleşiverdi. Firavun’un gözleri hayretten fal taşı gibi açılmıştı. Hz. Musa'nın asası kıvrılarak hareket eden korkunç bir yılana dönüşmüştü. Firavun yılana bakarken taş kesilmişti sanki.


Tam bu sırada Musa (aleyhisselâm) elini koynuna sokup çıkardı. Bembeyazdı, güneş gibi parlıyordu. Öyle ki saraydaki lâmba ve mumların ışıkları bu muhteşem ışığın parlaklığı karşısında solgun görünüyordu. Firavun’un yüzü korkudan sapsarı kesilmişti. Sarayda tam bir ölüm sessizliği vardı. Salondakiler Musa’nın (aleyhisselâm) gösterdiği bu iki mûcize karşısında dehşete düşmüş, dilleri tutulmuştu.


Herkesin şaşkın bakışları arasında Hz. Musa elini yılana uzattı ve birdenbire yılan asaya dönüştü. Elini koynuna sokunca da eli tekrar eski hâline döndü. Hz. Musa, dehşetten taş kesilmiş insanların bakışları arasında arkasını döndü ve saraydan çıktı.


Firavun donmuştu sanki… Korkudan titriyordu...


Çok geçmeden olay bütün Mısır’da duyuldu. Herkes Musa (aleyhisselâm) ve Hz. Harun’dan bahsediyordu. İnsanlar bu iki peygamberin Allah’a iman etmesi için Firavun’un sarayına gidişlerini, Firavun’un inkârını, kabalığını, ahmaklığını anlatıyorlardı. Hele mûcizeler... Çoluk-çocuk, yaşlı-genç herkesin dilinde Musa’nın (aleyhisselâm) asasının dev bir yılana dönüşmesi, elinin güneş gibi parlaması vardı. Onlar karşısında Firavun apışıp kalmış, söyleyecek bir şey bulamamıştı. İki peygamber dünyanın en büyük imparatoru olan Firavun’u alt etmişti.


Evet, olay bütün Mısır şehirlerine yayılmıştı. İnsanlar, olanları her yerde birbirlerine anlatıyordu. Ülkede duymayan bilmeyen kalmamıştı. İşler çığırından çıkmak üzereydi. Firavun’un halk içindeki prestiji yok olmak üzereydi. Hâlbuki o bir ilâhtı (!). Firavun derhal devlet adamlarını topladı ve problemin çözümü için bir çare bulmalarını emretti.


Musa (aleyhisselâm), Firavun’la yüzleşir yüzleşmez mücadele başlamıştı. Onun kolay bir şekilde iman etmeyeceğini biliyordu. Çünkü o ilâh olduğunu söylüyor, Mısır halkı da ona tapıyordu. Sertti, merhametsizdi, kabaydı. Kendi halkını sömürüyordu. Bugüne kadar her şey istediği gibi gitmişti. Fakat Musa (aleyhisselâm) gelmiş, o güne kadar kurduğu o haşmetli saltanatı yıkmak istiyordu. Yıllar önce kâhinlerin haberini verdiği o insan bugün karşısında duruyordu.


En basitinden, Hz. Musa bütün kâinatı yaratan bir tek Allah’ın olduğunu söylüyordu. O tekti ve O’ndan başka ilâh yoktu. Bunun anlamı şuydu: Firavun kocaman bir yalancıydı. Çünkü herkese en büyük ilâhın kendisi olduğunu söylüyordu. Devletin ileri gelenlerini olağanüstü bir şekilde toplayan Firavun en büyük veziri Haman'a dönerek sordu:


- Söyle bana ya Haman, sence ben yalancı mıyım?


Haman her profesyonel münafık gibi yere kapanarak şöyle cevap verdi:


- Yüce efendimiz, bunu söyleyen biri mi var?


- Musa! Gökyüzünde bir başka ilâhın olduğunu söylüyor.


- Musa yalan söylüyor efendimiz.


- Yalan söylediğine eminim. Fakat sen yine de bana yüksek bir burç kur. Üzerine çıkıp gökyüzüne tırmanacağım. Orada gerçekten Musa’nın tanrısı var mı, yok mu bakacağım. Gerçi hiç şüphem yok, Musa yalancının teki.


Haman, uzayın derinliklerine varan dev bir burç inşa etmenin mümkün olmadığını pekâlâ biliyordu. Fakat dedik ya o profesyonel bir münafıktı. Firavun’a:


- Göğe çıksanız bile orada bir şey göremeyeceksiniz yüce efendimiz. Çünkü kâinatta sizden başka ilâh yok ki..!


Firavun, meclisteki vezir, komutan ve kâhinlerine dönerek şöyle dedi:


- Sizin için benden başka ilâh tanımıyorum.


Onlar da Firavun’un ilâhlığını kabul edip secde ettiler. Aralarında iki üç akıllı vardı. Onlar Firavun’un yalan söylediğini çok iyi biliyorlardı. Buna rağmen sustular. Fakat bu susmaları Mısır halkına çok pahalıya mal oldu. Komutanların, vezirlerin ve kâhinlerin iki yüzlülüğünün bedelini Mısırlı askerler ileride hayatlarıyla ödediler.


Firavun, danışmanlarına dönerek:


- Musa hakkında ne düşünüyorsunuz? diye sordu.


Danışmanlar hem korku hem de iki yüzlülükleri nedeniyle susup beklediler. Firavun konuşacaktı, onlar da papağanlar gibi Firavun’un sözlerini tekrar edeceklerdi. Firavun:


- Hiç şüphem yok ki, Musa çok bilgili bir sihirbaz. Sihir gücüyle sizi topraklarınızdan çıkarmak istiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?


Danışmanlar artık ne konuşmaları gerektiğini biliyorlardı:


- Yüce efendimiz Firavun doğru söylüyorlar. Musa düpedüz bir sihirbaz. Problem çözüldü. Ülkenin her tarafına haberciler gönderip en büyük sihirbazları buraya çağıracağız. Sihirbazlar geldikten sonra Musa’nın karşısına çıkıp onun yalancı bir sihirbazdan başka bir şey olmadığını ispatlayacaklar ve onu mağlûp edecekler. Böylece hem Mısır halkı hem de diğer ülkelerin insanları onun nasıl bir yalancı olduğunu öğrenmiş olacaklar.


Tarihi toplantıdan çıkan karar buydu. Bu amaçla Firavun’un sarayından on adam atlarına binerek Mısır’ın değişik şehirlerine dağıldılar. Ertesi gün Mısır’ın bütün çarşı ve sokaklarında şöyle bir ses yankılanıyordu:


- Yüce Firavun, ülkenin bütün usta sihirbazlarını önemli bir meseleyi görüşmek üzere derhal sarayına çağırıyor...


Bu arada Firavun Musa’yı (aleyhisselâm) sarayına çağırarak onu tehditlerle korkutmaya çalıştıysa da başaramadı. Çünkü Hz. Musa, Allah’tan başka kimseden korkmuyordu. Firavun Musa’yı (aleyhisselâm) öldüremiyordu. Öldürse, herkes onun, yenilgisini şiddetle bastırmaya çalıştığını söyleyecek ve ilâhlık (!) prestiji sarsılacaktı. Hem Hz. Musa'dan bir efsane çıkarmak istemiyordu. Fakat gücünün yettiği bir insan vardı. Kraliçe Hz. Âsiye. Hz. Musa'nın mânevî annesi. Onun peygamber olduğunu duyar duymaz derhal iman etmiş ve Firavun’un karşısında Musa’yı (aleyhisselâm) müdafaa etmişti. Bu durum Firavun’un ağırına gitmiş ve Âsiye validemizi zindana attırarak binbir çeşit işkenceye maruz bırakmıştı. Öyle ki bir gün Âsiye validemiz şöyle dua etti:


- Allahım, Cennet’te bana bir ev yap. Beni Firavun ve kavminin şerrinden kurtar!


Allah, onun bu samimi duasını kabul etti ve kısa bir süre sonra ruhunu teslim etti.

Hz. Musa (aleyhisselâm) - 6. Bölüm

Peygamber Efendimiz bir gün ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Hz. Âsiye'nin bahsi gelince şöyle buyurdu Efendiler Efendisi:

- Kadınlık dünyasının en hayırlıları dört tanedir. Birincisi, Meryem, ikincisi Hatice, üçüncüsü Fatıma ve dördüncüsü Âsiye'dir.

Karanlıkla aydınlık yine karşı karşıyaydı. Firavun Hz. Musa'ya şöyle dedi:

- Ey Musa, sen bir sihirbazsın. Peygamber falan değilsin. Senin oyununu çok yakında herkesin gözü önünde bozacağım. Seni rezil edeceğim. Birkaç gün sonra ülkenin her tarafından sihirbazlar gelecek ve sen onlarla yarışacaksın.

Musa (aleyhisselâm) sordu:

- Beni sihirbazlarınla ne zaman karşı karşıya getireceksin?

- Bayram gününde… Mis kokulu rüzgârların her tarafı sardığı, ilkbaharın gelişiyle birlikte yeryüzünün bin bir güzelliğe büründüğü şenlik gününde.

- Peki öyleyse anlaştık.

- O gün hangi saatte geleceksin.

- Allah’ın izniyle kuşluk vaktinde, günün en parlak saatinde. Ayrıca yarışmayı seyretmek için bütün insanların gelmesini istiyorum.

Firavun’un isteği de buydu. Musa (aleyhisselâm) olayların akışından memnun bir şekilde ayrıldı. Bayram günü, ışığın bütün parlaklığıyla karanlıkları hezimete uğratması için en uygun fırsattı.

Sihirbazlar, Mısır’ın her tarafından kafile kafile Firavun’un sarayına gelmeye başladılar. Firavun, hepsinin toplanıp huzuruna getirilmesini emretti. Huzura girer girmez bütün sihirbazlar yere kapanarak secde ettiler. Firavun ayağa kalkmalarını emrettikten sonra kibirli bir eda ile aralarında yürümeye, yüzlerini, kıyafetlerini baştan başa süzmeye başladı. Sana onlara:

- Küçük bir problemimiz var ve onu çözmeniz için sizi çağırttım.

Sihirbazlar başlarını eğdiler ve dinlemeye devam ettiler:

- Peygamber olduğunu iddia eden bir adam var. Adı Musa. Kardeşi Harun’la birlikte çalışıyor. Kısaca Musa denen adam bir sihirbaz, fakat usta bir sihirbaz. Sizden istediğim ondan daha üstün olduğunuzu ispat etmeniz. Onu mağlup etmenizi istiyorum. Rezil rüsvay olsun, ta ki utancından halkın karşısına çıkacak yüzü kalmasın.

Sihirbazlar başları önlerinde sessizce dinlemeyi sürdürdüler:

- Neden hiçbiriniz Musa’nın ne tür bir sihir yaptığını sormuyor?

Aralarından biri alçak ve titrek bir sesle:

- Biz, yüce efendimizin bizzat anlatmasını bekliyoruz.. efendimizin sözünü kesmek istemiyoruz.

Firavun öfkeyle:

- Asasını yere fırlattığında koca bir yılana dönüşüyor. Elini, koynundan çıkardığında da güneş gibi parlıyor.

Sihirbazların gözlerinde alaylı bir gülümseme belirdi. Aralarından biri öne çıkarak şöyle dedi:

- Efendimizin içi rahat olsun. Onun yaptığı çok eski bir numara, yılana dönüşen asa numarası. Gerçek şu ki, sopa yılana dönüşmüyor, hareketsiz olmasına rağmen insanlara hareket ediyor gibi görünüyor.

Firavun:

- Sihrin numaralarını tartışacak değilim. Ben sadece Musa’yı hezimete uğratmanızı istiyorum. Bahar Bayramı’nda yarışma olacak. Bütün Mısır halkı sizin onu nasıl alt ettiğinizi seyretmek için gelecek. Onu mutlaka yenmelisiniz.

Firavun sözlerini bitirdikten sonra sihirbazların salondan çıkmalarını bekledi, fakat onlar yerlerinden kımıldamadılar. İçlerinden biri şöyle dedi:

- Yüce efendimiz en önemli konudan bahsetmedi.

- Nedir o?

- Musa’yı yenmemiz hâlinde efendimizin bize vereceği ödül...

Firavun gülerek:

- Sizden hoşnut olacağım. Sizi yakınımdan ayırmayacağım. Sarayda sihirbazlar için özel odalar yaptıracağım. Mükâfat konusuna gelince hiç merak etmeyin. Sizi memnun edeceğim.

Firavun sihirbazların kendilerine olan güvenlerini görünce sevindi. Salondan çıkmalarını emrettikten sonra yemek sofrasının başına gitti. İştahı açılmıştı. Yedikçe yiyordu. Yağlı bir et parçasını yutarken şöyle dedi:

- Musa geldiğinden bu yana iştahım kesilmişti. Ama çok yakında işi bitecek.

Bayram günü gelmişti.

İnsanlar evlerinden çıkarlarken Hz. Musa ile Firavun arasındaki yarışmadan bahsediyorlardı. Sabahın erken saatlerinden itibaren insanlar, yarışmanın yapılacağı büyük meydana gelmeye başladılar. Ülkede bu büyük karşılaşmayı duymayan kalmamıştı.

Sihirbazlar meydan yerine vardığında insanlar alkışlayıp tezahüratta bulundular. Firavun gelince de aynı şeyi yaptılar. Fakat Musa (aleyhisselâm) ile Hz. Harun geldiğinde meydana derin bir sessizlik çökmüştü.

Bayram yeri açık ve geniş bir alandı. İnsanları güneşten koruyabilecek bir gölgelik yoktu. Firavun kendisi için kurulan küçük çadırın serin gölgesi altında oturuyordu. Etrafını komutanları, zırhlara bürünmüş dev cüsseli askerleri sarmıştı. Üzerinde altın ve elmaslarla süslenmiş elbiseler vardı.

Hz. Musa ise meydanın bir köşesinde dururken başını eğmiş içten içe dua ediyordu. Derken bütün sesler kesildi. Sihirbazlar Musa’ya (aleyhisselâm) yaklaşıp sordular:

- Elindekini önce kim atsın, sen mi biz mi?

- Siz...

Sihirbazlar ellerindeki ip ve sopaları meydana fırlatır fırlatmaz ortalık bir sürü yılanla doldu. Hepsi kıvrılıyor, sürünüyor, hareket ediyordu. Aslında insanların gözlerini boyamaktan başka bir şey değildi yaptıkları. Bir göz yanılgısıydı, illüzyondu. Ustaca yapılmış bir numaraydı. Manzarayı gören insanlar müthiş bir korkuya kapıldılar. Biraz sonra meydanda dev bir alkış tufanı koptu.

Firavun, gördüklerinden hoşnut, içten içe gülüyordu. Kendi kendine “Şimdi Musa’nın işi bitti. Onun mûcize diye öne sürdüğü şey asanın yılana dönüşmesiydi. İşte yüce Firavun’un gücü... İşte yılana dönüşen onlarca asa…” diyordu.

Musa (aleyhisselâm), sihirbazların yılanlarını görünce kalbine hafif bir ürperti girdi. Aydınlık bir odada lâmbalar bir-iki saniye söndürüldüğünde ortalığı nasıl karanlık sarar, tıpkı böyle bir ruh hâleti yaşadı Musa (aleyhisselâm). Bir şimşek gibi hızlı ve kısa.

Musa’nın (aleyhisselâm) kalbinden böyle bir duygu geçmişti. Ama hiç kimse o büyük insan kalabalıkları, Firavun ve etrafını saran askerler karşısında basit giyimi ve sade edasıyla tek başına duran Hz. Musa’nın kafasından ve kalbinden tam olarak neyin geçtiğini bilemez. Kuşkusuz zor bir durumdu. Fakat çok geçmeden Musa’nın (aleyhisselâm) yüreğine yeniden ışık doğdu. Allah ona şöyle dedi:

- Korkma.! Üstün olan sensin. Sen sağ elinde tuttuğun asanı yere attığında onların yılanlarını yutacak. Çünkü onlarınki sihir, gerçek değil. Bir göz yanılgısı, bir aldatma. Seninki ise gerçek. Sihrin, gerçeğe galip gelmesi hiçbir zaman mümkün değildir.

Musa’nın (aleyhisselâm) kalbine inen vahiy onu rahatlatmıştı. Artık elleri titremiyordu.

Asasını havaya kaldırıp meydanın ortasına atıverdi...

Ve… Asa toprağa değer değmez muhteşem mûcize gerçekleşmişti. Meydandaki insanlar, sihirbazlar, Firavun ve askerler daha önce görmedikleri bir tabloyla karşı karşıyaydılar. Bilindiği gibi sihirbaz, yaptığı illüzyonlarla insanların gözlerini yanıltır ve hareketsiz duran şeyi hareket ediyormuş gibi gösterir. Onların asaları aslında hareket etmemesine rağmen herkes hareket ettiğini sanıyordu.

Fakat şu anda meydana gelen şey korkunçtu, inanılmazdı.

Hz. Musa’nın asası yere değer değmez süratle kıvrılıp hareket eden dehşetli bir yılana dönüşmüştü. Birdenbire dev yılan sihirbazların ip ve asalarının üzerine doğru yürüdü ve onları teker teker yutmaya başladı. Evet Musa’nın (aleyhisselâm) yılanı sihirbazların yılanlarını ürperten bir hızla ağzına alıyor ve yutuyordu. Birkaç dakika sonra meydan bomboştu. Sihirbazların attıkları ip ve asaların yerlerinde yeller esiyordu. Hz. Musa’nın yılanı teker teker hepsini yemişti.

Her şey bittikten sonra dev yılan Musa’ya (aleyhisselâm) yöneldi. Hz. Musa, eliyle yılana dokununca yılan tekrar asaya dönüştü.

Sihirbazlar, karşılarında duran insanın kendileri gibi bir sihirbaz olmadığını anladılar. Çünkü onlar sihir ilminin üstatlarıydılar. Çağın en büyük sihirbazlarıydılar. Neyin sihir, neyin gerçek olduğunu en iyi kendileri bilebilirdi. Hz. Musa’nın yaptığı sihir olamazdı. Olsa olsa ilâhi bir mûcize olabilirdi. Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar ve herkesin gözü önünde şöyle bağırdılar:

- Biz, bütün varlıkları yoktan var eden Allah’a, Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik.

Meydanı dolduran insan kalabalıkları biraz önce şahit oldukları mûcizenin şokunu atlatmadan, sihirbazların imanlarına şahitlik ediyorlardı. Firavun, olayların kontrolden çıkmaya başladığını görünce hemen ayağa kalktı. Sihirbazlara dönerek öfkeyle bağırdı:

- Ben izin vermeden Musa’ya nasıl iman edersiniz?

Sihirbazlar dediler ki:

- İman etmek için hiç kimsenin iznine ihtiyacımız yok.

Firavun’un öfkesi artıyor, sesi titriyordu. Gözlerinden ateş püskürüyordu sanki:

- Bu düpedüz bir komplo! Şimdi anladım, Musa sizin lideriniz değil mi? Size sihri o öğretti belli. Peki öyleyse, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama bir şekilde kestireceğim. Sonra vücutlarınızı hurma ağaçlarına asıp sizi idam edeceğim. O zaman, bana karşı gelmek neymiş, üstün olan kimmiş görürsünüz.

Kalbleri imanla dolan sihirbazlar hiç istiflerini bozmadan gönül huzuru içinde şöyle cevap verdiler:

- Dilediğini yap. Mûcizeyi gördükten sonra Musa’yı bırakmayız. Biz Allah’a iman ettik. Tek ümidimiz bugüne kadar işlediğimiz hatalardan dolayı bizi affetmesi. Üstün olan Allah’tır. O ebedidir. Kaldı ki bize işkence yapıp, çarmıhlara gersen, dilim dilim doğrayıp parçalasan bile ancak dünyamızı yok etmiş olursun. Dünya fani zaten. Sonsuz olan Âhiret’in yanında dünyanın ne önemi var! Bizim tek arzumuz, Allah’ın affına mazhar olup Cennet’e girmek...

Çılgına dönen Firavun sihirbazların hemen idam edilmelerini emretti. Meydanı dolduran binlerce insan durmuş olanları seyrediyordu. Gerçek, apaçık bir şekilde önlerinde duruyordu. Fakat onlar seyretmekle yetindiler. Şayet oradaki Mısır halkından veya İsrailoğullarından her biri yerden ufak bir taş parçası alıp Firavun’a fırlatsaydı, Firavun oracıkta can verir ve Mısır’ın tarihi değişirdi. Fakat hiç kimse yerinden kımıldamadı ve daha sonra bunun bedelini Mısır halkı ağır bir şekilde ödedi. Bir günlük korkaklığın bedelini binlerce Mısır evlâdı denizde can vererek ödedi.

Perde kapandı ve müthiş gün sona erdi. Hz Musa ve Hz. Harun iman edenlerin arasına karıştılar. Firavun ise sarayının yolunu tuttu.

Günler geçti…

Musa (aleyhisselâm) mûcizeler gösteriyor, Firavun ise inkârında diretiyordu. Sonunda Allah, Musa’ya (aleyhisselâm) bir gece vakti mü’minlerle birlikte Mısır’dan çıkıp Kızıl Deniz’in karşı yakasına geçmesini emretti. Hedef, ataların yurdu Filistin topraklarıydı. Hz. Musa ilâhi emri yerine getirmek için derhal işe koyuldu.

Musa’nın (aleyhisselâm) Mısır’dan çıkış haberi Firavun’a ulaşınca ülkenin her tarafına emirler gönderip dev bir ordu topladı. Askerlerin karşısına çıkarak şöyle seslendi:

- Kaçaklar bir avuç insan; fakat Firavun’u çok kızdırdılar onları yakalayıp perişan edeceğiz.

İnsanlar, onun yalancı olduğunu bildikleri hâlde susmaya devam ettiler. Firavun, on binlerce askerden oluşan dev ordunun başına geçti ve hareket emri verdi. Kovalamaca başlamıştı.

Musa (aleyhisselâm) Kızıl Deniz sahillerine varmıştı.

Uzakta Firavun ordusunun bayrakları görünüyordu. Hz. Musa’yla birlikte gelen İsrailoğullarının kalbini büyük bir korku sarmıştı. Hepsi birden

- Firavun bizi yakalayacak, mahvolduk, diyorlardı.

Hz. Musa ise:

- Hayır, Rabbim benimle beraberdir, O bana yol gösterecek, diye cevap veriyordu.

Zor saatlerdı… Önlerinde deniz, arkalarında düşman vardı. Savaşmak için ne silâhları ne de güçleri vardı.

Tam bu sırada Allah, Musa’ya (aleyhisselâm) “Asanı denize vur.” diye vahyetti. Asa denizin sularına değer değmez, deniz ortadan yarıldı ve arada geniş bir yol açıldı. Sağ ve solunu dev dalgaların tuttuğu bir yol...

Hz. Musa önde, İsrailoğulları arkada denizin ortasında açılan yolda yürümeye başladılar. Müthiş bir mûcizeydi. Dalgalar korkunç bir şekilde köpürüyor, yükseliyor fakat yolun bulunduğu noktaya geldiklerinde sanki gizli bir el onları tutuyormuşçasına duruyorlardı.

Nihayet Musa (aleyhisselâm), halkıyla birlikte Kızıl Deniz’in karşı yakasına geçmeyi başarmıştı.

Firavun, denize vardığında hayretten donup kaldı. Bir başka mûcizenin karşısında duruyordu şimdi. Denizin ortasından geçen kupkuru bir yol. Önce korktu. Fakat inat ve öfkesine yenik düşüp bindiği savaş arabasını süren atlara ileri emrini verdi. Firavun önde, dev ordu arkada denizde açılan yolda ilerlemeye başladılar.

Ordu tam denizin ortasına gelmişti ki Allah denize kapanıp eski hâline gelmesini emretti. Biraz sonra deniz Firavun ve ordusunu yutmuştu. Ortalığı ölüm sessizliği sarmıştı. Ne Firavun’dan ne de askerlerinden iz vardı. Küfür yenilmiş, iman galip gelmişti.

Karanlık bir perde kapanmış, Firavun’un zulmü sona ermişti.

Birkaç bin yıl sonra dalgalar Firavun’un cesedini sahile attı. Böylece insanlar tanrı olduğunu iddia eden o zavallının nasıl can verdiğini görecek ve ibret alacaklardı. Hayatı boyunca kimsenin karşı çıkmaya cesaret edemediği Firavun, aslında bir zavallıydı.

Hz. Musa halkıyla birlikte Sina Çölü’nde ilerlemeye devam etti. Orada kendisine kutsal kitap Tevrat indirildi. Ayrıca Allah ona “On Emir” diye bilinen insanları iman, doğruluk ve samimiyete çağıran âyetler vahyetti.

Fakat İsrailoğullarının özleri bozulmuştu. Gözlerinin önünde gerçekleşen onca mûcizeye rağmen Musa (aleyhisselâm) Tevrat’ı almak için bir müddet onlardan ayrıldığında, altından bir buzağı yaparak ona ilâh diye tapmışlardı. İsrailoğulları Musa’ya (aleyhisselâm) çok çektirdiler.

Her şeye rağmen Hz. Musa son nefesine kadar onların başında durdu. Onlara her zaman Allah’ın yolunu gösterdi ve O’ndan başka hiçbir şeye kulluk etmemelerini öğütledi.



  • Peygamberler
  • Ehli Beyt 
  • Ashabı Kiram
  • İslam Alimleri
  • ☝📖 المحمية 📖☝

S.Muhammed Kayaalp (el-Haşimi) Ks-الامام سيد محمد الهاشمي -Arapça Dersleri-İslami Sohbetler-Tevhid-Tefsir-Hadis-Fıkıh-Fetvalar-İrşadlar

Hz. Musa (aleyhisselâm) hayatı özet oku Rating: 4.5 Diposkan Oleh: ☝الاامام سيد محمد هاشمي الموسوي☝المحمية

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.