Cevap: Evet bu tür sözler sarfeden kimseleri görüyoruz. Hatta Batılı bir şair şöyle demiştir:
Doğu Doğudur, Batı da Batıdır. Bunların birleşmeleri imkânsızdır.
Sağduyu sahibi bir insanın böylesine cahilane sözleri kabul etmesi mümkün değil. Bu tür sözler söyleyenlerin aklından zoru olsa gerek. Bunun yanısıra bu tür insanların Doğu hakkındaki su-i zanlan, Batı'ya karşı olan hayranlıkları onları bu hale getirmiştir.
Zira herşeyden evvel Doğu ile Batı arasına bir sınır koymak çok zordur. Misal olarak Doğu'nun nerede bitip Batı'nın nerede başladığını kim söyleyebilir. Bununla beraber güneşin etrafında dönen yer küresi daire şeklindedir. Yeryüzünün her yerinde güneş doğup batıyor. O zaman her yerin bir şarkı bir de garbı vardır.
Lügatte şark, güneşin doğduğu yer demektir.
Zeytin, doğuya da, batıya da nisbet edilmeyen mübarek bir ağaçtır. (Nur/35)
Bu ayet hakkında Kamus şu açıklamayı yapıyor: Güneş sadece sabahleyin onun üzerine doğmaz. O şarkın garbındadır. Güneş ona sabah ve akşam isabet eder. Bu da onu olgunlaştım- ve zeytinlerini güzelleştirir.
Halk Avrupa ve Amerika'ya Batı diyorlarsa da coğrafya uzmanlarının batı ve doğu konusundaki görüşleri farklıdır.
Coğrafyacılar farazi bir hat koyup yeryüzünü iki kısma ayırırlar. Bunun bir bölümüne şark, bir bölümüne de garp derler. Halbuki bu hat tamamen vehmidir. Bunun hariçte bir varlığı söz konusu değildir. Biz gerçekten şu vehmi hattın üzerindeki şehirlerin durumu nedir bilmiyoruz. Bu şehirler şarkda mı, yoksa garpta mıdırlar? Bunlar doğulu mu-durlar, yoksa batılı mıdırlar?
'Doğuyla Batının uyuşmayacağı/birleşemeyeceği iddiasına gelince, bütün mükevvenat Allah'ındır. Kalbler hep O'nun elindedir. İnsanların tümü O'nun kullarıdır, buradaki insanlar da oradaki insanlar gibidirler. Hiç bir semavi kitap, hiç bir din ve şeriat, insanları Doğulu-Ba-tılı diye ayırmaz. Beşer olma açısından, ikisi arasında bir fark gözetmezler. Şarkla garp arasındaki rabıtalar çok eskilere dayanmaktadır. Şarkta çıkan bir dava hiç bir zaman şarkla bağlı kalmamış, aksine Allah'ın dilediği oranda dünyaya yayılmış ve doğulusuyla batılısıyla bir çok toplum tarafından benimsenmiştir.
İşte hanif olan İslâm, onun nuru Mekke'de doğdu. Önce Arab yarımadasının şarkında, sonra da dünyanın birçok bölgesine yayıldı. Hiç kimse, İslâm'ın şarka mahsûs olup batıyı ilgilendirmediğini söyleyemez. Nitekim Allah Teâlâ, elçisi Muhammed'e şöyle hitap ediyor:
(Rasûlüm)! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. (Enbiya/107)
Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. (Sebe/28)
Hz. Peygamber de (s.a) şöyle buyuruyor:
Ben size hususi olarak, bütün insanlara da umumi olarak gönderildim.
İslâm davası sadece şarka mı mahsustur? Halbuki onun nuru bütün yeryüzünü kuşatmıştır. Böylelikle yeryüzünün şarkı da, garbı da İslâm'ın hidayetinden nasiptar olmuştur. Müslümanlar Batıda, büyük bir devlet kurup yüzyıllar boyunca hükmetmediler mi? Ne yazık ki heva ve hevesler, hizip ve ihtilaflar nedeniyle muhteşem Endülüs İmparatorluğu çöktü. Bugün 'Kaybolan Cennet' diye isimlendiriyoruz onu.
Bu 'Kaybolan Cennet' yoluyla İslâm ve Arablar müslümanlan garba taşıdılar. Böylece doğuyla batı arasında rabıtalar oluşturdular, şarktan garba medeniyet taşıdılar. Garptan da şarka çok şeyler getirdiler.
Arab tarihini yazanlar Arabların orta çağ boyunca Avrupalılar üzerinde etkili olduklarını ifade ediyorlar. Arabça konuşanlar, sekizinci asırdan miladi on üçüncü asra kadar ilim, medeniyet ve kültür taşımışlardır. Hatta diyebiliriz ki bu geçmişlerin ilim ve felsefelerinin gelişip çiçeklenmesinde büyük rol oynamıştır. Avrupa bunların sayesinde atılım yapmıştır. Avrupa'daki gelişmelerin altında Arab İspanya'sının büyük rolü vardır.
Bir müellif şöyle diyor: "Eğer müslümanlar kağıdı bulmasaydı, bugünkü teknoloji olmazdı."
Bu ilmî bağları, savaşları, göçleri, ticarî seyahatleri, uzaklaşıp yakınlaşmaları ve geçmişteki alevlenmeleri gözönünde bulundurduğumuz zaman, 'Şark şarktır, Garb da garbtır, ikisinin uyuşması imkânsızdır' sözünün, mesnetsiz boş bir laf olduğunu anlarız. Hele bu asırda böyle bir iddia çok tuhaftır, zira kıtalar arasındaki uzaklıklar kaldırılmış, dünya adeta tek bir şehir haline gelmiştir.
Kimileri de, Batı'nın maddeci olup Doğu'nun maneviyatçı olduğunu ileri sürerek, iki kültür arasında büyük çelişki bulunduğunu ifade ediyorlar. Bu da önceki gibi, mesnedsiz boş bir laftan başka birşey değildir. Zira Doğu'nun maneviyatçı olması, maddeden nasibini almayacağı anlamına gelmez, gelmemiştir de. Bunun tezahürleri dün olduğu gibi, bugün de görülmektedir.
Aynı şekilde Batı'nın da maneviyattan büsbütün mahrum olduğu söylenemez.
Günün birinde Edison bir arabaya biner, elini kapıya sıkıştırır, tırnağı çıkar. Bir dostu durumu öğrenince onunla alay ederek şöyle der: "Büyük mucide de bakın, basit bir tırnak yapmaktan aciz".
Bu da kişinin ne kadar bilgin olursa olsun zayıf ve aciz olduğunu, Allah'ın kudretiyle, kulun kudretinin kıyas bile edilemeyeceğini gösteriyor. Allah Ahmed Şevki'ye rahmet eylesin ne güzel söylemiştir:
Ey Edison sen elektrikte ne görüyorsun? Sen yerdesin dikkat et gökte neler var? Sen elektrik düğmesine hüküm geçiriyorsan, Bütün hükümlerin düğmesi Allah'ın elindedir.
Bugün, Batılıların bir kısmının Doğululardan daha maneviyatçı, Doğuluların bir kısmının da Batılılardan daha maddeci olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. Örneğin günümüzde Batı Üniversitelerinin pek çoğunda ruhi ilimlerle ilgili kürsüler mevcuttur. Bu gibi kürsüler Şark üniversitelerinde hala mevcut değildir. Ve yine maddî olarak doyuma ulaşan Batılıların maneviyata sarılmayacaklannı kim iddia edebilir. Umlur ki Şark da derin uykusundan uyanır. Şarklılar bu uykuyu maneviyatın göstergesi saydılar. Şimdilik ona kılıf arıyorlar. Umulur ki bu da onun dinle barışmasına bir vesile olur.
Ey Allah'a inanmış olan kul! Karanlığı dağıtmak için nurun her tarafa yetişmelidir. Durmadan ilerle ve barış dağıt. Şark da Garb da sana muhtaçtır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.